YENİ LİSAN
Eski Lisan
Nedir? Asla konuşulmayan,
Latince ve İbrânice gibi yalnız kendisiyle meşgul olanların zevk ve
idrakine taalluk eden bir şey… Size bunun tarihini çabucak çizelim. Biz
Asya’dan garba, Anadolu’ya hicret etmişiz. Din ve edebiyatı bize Arabî
ve Farisî öğretmiş. Hattâ bir zamanlar resmi lisanımız Farisî olduğu
gibi, padişahımız Arapça’yı bize umumî, millî bir lisan olmak üzere
kabul ettirmeğe kalkmış. Hicretimizin ilk asırlarında Arabî ve Farisî
birçok kelimeler lisanımıza girmiş. Bunun katiyen zararı yok. Lâkin
edebiyat, sanat ve dolayısıyla tezeyyün fikri ve Farisî kaideler de
getirmiş. Türkçe muvazenesini kaybetmiş. Tabiata muhâlif ve son derece
sun’î bir hâl kesbetmiş. Fakat nasılsa, yine aslını esası olan fiiller
ve sigaların istiklâlini muhafaza etmiştir. İşte bu istiklâldir ki,
bugün bize Türkçe’yi tekrar eski safiyet ve tabiîliğini ircâ etmek
ümitleri veriyor.
Edebiyatımız
Bunu da
kısaca söyleyelim. Tabiata muhâlif edebiyatımızın birbirinden farklı
muhtelif devreler geçirdiğini iddia etmek mânâsızdır. Edebiyatımızın
tarihini yazanlar, tabiî olmaktan ziyade sârî ve irsi bir tasnif veyahut
taklit saikasına mağlûp olarak bunu yapmışlardır. Mutlaka bir devre
istiyorsanız, söyleyelim. Bu öyle muhtelif ve mütaddit değil, ancak iki
devre vardır.
1. Şarka doğru, İran’a
2. Garba doğru, Fransa’ya
Vaktiyle şarka doğru, İran’a gidenleri bugün garba gidenlere
benzetebiliriz. Onlar sözde Türkçe yazdıkları divanların yanına şöhret
ve iktidârlarını teyid ve takviye etmek için bir de Farisî divan
yapmasını ihmal etmezlermiş. Şimdiki gençlerin Fransızca manzûmeler ve
piyesler tertip edip iftihar etmeleri gibi… Evet, bir takım Türk
şairleri, hâkimleri hep Arapça veyahut Acem lisanı üzere yazmışlar.
Padişahların, hükûmet adamlarının Farisî bilmeleri lâzım gibiymiş.
Padişahlardan Farisî divan yapanlar gelmiş. Vehbî bu lisanın kolaylıkla
tenessülü için Tuhfe’sini yazmış ve büyük bir hizmet ediyorum zannetmiş.
Milli Edebiyatımız
Yokmuş. Hâlâ da yok. Olanlar da muharebe ve tasavvuf
tasvirlerinden ibtidâî şarkılardan ibarettir. Bu niçin? Niye bizim millî
edebiyatımız yok? Sebep pek basit… İzah edelim: Edebiyat nedir? Eski
nazariyeye göre ‘’şiir ve hayâl sanatı’’ değil mi? Şiirler, hemen
umumiyetle denecek derecede ‘’aşk ve muâşaka’’ hikâyeleridir. Aşk,
sevişmek ise dolayısıyla bizde memnûdur. Kim sevilir? On dört on beş
yaşında baliğ ve güzel bir kızcağız! Değil mi? On beş yaşına giren bir
kızı muhitimizde babasından, amca ve dayılarından, kardeşlerinden başka
kimse göremez, (Faydalarını, kudsiyetini, hikmetini burada tekrar etmek
bahsimizden hariç olan) ‘’tesettür’’ keyfiyeti buna mânidir. Bir kocalı
kadın, bir dul kadın, gene bu sebeple sevilmek değil, hatta görülemez
bile. Fakat bu muâşaka ihtimalinin külliyen memnu ve merdud bulunmasını
edebî, içtimâî terakkilerimize mâni addetmek-bugün için- turfanda
ukalalık, büyük bir hatadır. Bu memnûiyet bizi, her terakkî eden kavmin
sukut ettiği o müdhiş zaaf ve zevk girdabına düşürmeyecek, başımızda
hissi sersemlik fırtınaları koparmayacak bizi maddî ve menfaatle dolu
yollarına sevkeylemeyecektir.
Şarka Doğru
Araplar bedeviyet sayesinde kadınlarla muâşaka edebilmişler,
hakikaten müessir ve muhrik şiirler vücuda getirmişlerdir. Bizim medenî
İslamiyetimiz kadınlarla erkekleri şiddetle birbirinden ayırdığından
hakîkî ve marîz aşklara meydan kalmamış. Hakîkî aşklar olmayınca şairler
hayalleriyle muâşakaya başlamışlar. Şiirlerinde, hakikatin o basit
sadeliğine mukabil, hayalin mutantan, alacalı, boş sun’îliği husule
gelmiştir. Samimi hareket edenler, hakikati yazmak isteyenler de
ahlâksızlıkları Bizans hislerinden ma’mûl heykeller dikmişleridir.
Nedim’in ‘’Hammâmnâme’’si, Fâzıl’ın ‘’Hûbannâme’’si, Vehbî’nin
‘’Şevkengiz’’i, Rahmi’nin ‘’Nâme-i dil’’ gibi… Yüzlerini şarka doğru
çevirerek yazan şairlerin hitaplarını, ahlarını, ohlarını, gazellerini,
gözyaşlarını umumiyetle kadınlar için zannedenler bir sünnet çocuğu
kadar masumdurlar. O neslin son şairi olan Muallim Nâci’nin son
neşrolunan ‘’Hederler’’ini okuyunuz. Bugünkülerin ihtimal mânâsını bile
bilmedikleri ‘’hat-âver, çâr-ebrû’’ gibi tabirler görecek, bazı soğuk
telmihlerini pek iğrenç ve ahlâksızca bulacaksınız.
Garba Doğru
Muallim Nâci öldükten sonra şark devresini hakkıyla muhafaza edecek
adam kalmamış. Âkif Paşa’dan beri binasına, teşkiline başlanılan Avrupa
mektebi meydan almış. Abdülhamit’in sayesinde siyaset ve ciddiyetle
iştigal, külliyen lağvolunduğundan bugün kendilerine ‘’Dünküler’’
denilen eski edebî ‘’Servet-i Fünûn’’ heyeti ortaya çıkmıştır. Fikret’le
Cenâb cidden güzel, fakat son derece milliyetimize, hissimize,
zevkimize muhalif Fransızca şiirler vücuda getirmişler. Fâik Ali, ikinci
bir Abdülhak Hâmid olmağa çabalamış. Hâlit Ziya Fransız romanlarını,
hassaten Rene Maizeroy’u okuyarak sayfa sayfa nakle başlamış, hâsılı
hiçbirisi esaslı ve mühim bir teceddüd gösterememişler, yalnız
çalmışlar, çalmışlar, çalmışlar, eserlerinin isimlerini bile
Fransızca’dan aynen aşırmışlar. Amours Defendues, Perles Noires’ları
bilmiyorsanız işte bu fenadır. Zira bir gün elinize Emile Bergarac
imzalı bir kitap geçer ve isminin ‘’Lyre Brisee’’ olduğunu hayretle
görürseniz o vakte kadar zihninizde büyüttüğünüz Fikret’in meşhur
hitabına kendiliğinden bir isim bulamayarak şu ufacık terkibi bile
Fransızcadan aşırmağa mecbur kaldığına müteessir müteessif olursunuz.
Otuz beş sene evvel başlayan sadeliği öldüren onlardır; tekellüm
lisanıyla yazı lisanını yani tabiî lisan ile sun’î lisanı birleştirmek
değil, kilometrelerle birbirinde ayırmışlardır. Onların öyle
mısralarına, öyle cümlelerine tesadüf olunur ki, içinde hiç Türkçe
yoktur. Eski lisanın fenalıklarından hiçbirini değiştirememişler, yalnız
naatları, kasideleri, destanları, terkip ve terci-i bendleri,
muhammesleri, müseddesleri, murabbaları, gazelleri, kıt’aları bırakıp
yerine sahte sonelerden müteşekkil tatsız ve eskilerden daha mânâsız,
mesruk, bir ‘’salon edebiyatı vücûda getirmişlerdir.
Bugünküler
Yani Fecr-i Âti. Bunların yegâne meziyeti ‘’dünküler’’ nâmını
verdikleri eski ‘’Servet-i Fünûn’’ kümesinin mahiyetini, tamamıyla
değilse bile, nispeten anlamış olmalarıdır. Fakat henüz kendileri de
yeni bir şey yapmamışlar, ancak beğenmedikleri dünkülerin sun’î
eserlerini sayfa sayfa tekrar etmişlerdir. Dünküler kullanılmayan
kelimeleri eski kamus sayfaları arasında bularak bir muvaffakiyetmiş
gibi lisana katmağa çalışırlardı ki, bugünküler yalnız bu
münasebetsizliği taklit etmediler. Merhum Ahmet Şuayp, Gaston
Deschampe’in kitabını ismiyle beraber-kendisi tetkik etmiş, kendisi
tetebbû etmiş gibi- Türkçeye geçirip âlim şöhretini kazanmasına
imrendiler. Onlar da rekâbete kalktılar. Acele ettiler, hiçbirisi Ahmet
Şuayp kadar Fransızca bilmiyordu. Anlamadan tercümeye başladılar. Bugün
ilmî olarak yazdıkları, yani tercüme ettikleri sayfaları karıştırırsanız
cümle değil, hattâ birçok siga hataları bile göreceksiniz. Fakat
vatanın bütün ümîdi gene onlardadır. Onlar zekidirler. Çok gençtiler.
Tabiî okuyacaklar, çalışacaklar, tekâmül edecekler, hele hiç şüphesiz
asırlardan beri bizi milli bir edebiyattan mahrum bırakan eski ve sun’î
lisanı terk edeceklerdir. Evet, ümîdimiz onlardadır. Eskilerin hepsi
öldü. Dünküler felce uğradılar. Artık yegâne nasipleri ölümdür. Eski
lisanı yaşatan bugün ‘’bugünküler’’dir. Onların dünküleri taklit
etmekten vazgeçtikleri dakika hakiki bir fecr olacak, onların sayesinde
yeni bir lisanla terennüm olunan ‘’millî bir edebiyat’’ doğacaktır.
Hastalıklar
Edebiyatımızın mâzisi, hâli hakkında muhatasar fakat oldukça vâzıh
bir kritik yaptık zannederiz. Görülüyor ki, şimdiye kadar milli bir
edebiyat vücûda getirmemişiz. Eskiler İran’a teveccüh etmiş, yeniler,
yani dünküler kendileri için yeni bir lisan ibdâ etmeğe lüzûm görmeyerek
ve mümkün olduğu kadar da bozarak hep eskilerin lisanını
kullanmışlardır. Şimdi yeni bir hayata, bir intibah devresine giren
Türklere yeni, tabiî bir lisan, kendi lisanları lâzımdır. Millî bir
edebiyat vücuda getirmek için evvelâ millî bir lisan ister. Eski lisan
hastadır. Hastalıkları, içindeki lüzumsuz ve ecnebî kaidelerdir. Evet,
şimdiki lisanımızda Arabî ve Farisî kaideleriyle yapılan cem’ler,
terkib-i izafî, terkib-i tavşîfî, vasf-ı terkibîler yaşadıkça saf ve
millî addolunamaz. Bu lisanı kimse anlamaz. Ekseriyet bigâne kalır.
Kitaplar satılmaz. Vatanda mütalâa ve tetebbû merakı husule getirilemez.
Otuz milyonluk bir memlekette en büyük ve en meşhur bir gazeteden otuz
bin nüsha satılamaz, en mükemmel ve müfîd kitabın satışı nadiren bini
tecâvüz eder.
Tasfiye
Bunu nasıl yapmalı?
‘’Dernek’’in arkasına takılıp akîm bir irtica doğru, ‘’Buhara-yı Şerif’’
deki henüz mebnâî bir hayat süren, müthiş bir vukûfsuzluğun, korkunç
bir taassubun karanlıkları içinde uyuyan bundan bir düzine asır evvelki
günleri yaşayan kavimdaşlarımızın yanına mı gidelim? Bu bir intihârdır.
Bu, seri’ ateşli toplarımızı, makineli tüfeklerimizi bırakıp yerlerine;
düşmanlarımız gelince-kavimdaşlarımız gibi- üzerlerine atacağımız suları
kaynatmağa mahsus çay semaverleri koymağa benzer. Hayır. Beş âsırdan
beri konuştuğumuz kelimeleri, me’nûs denilen Arabî, Farisî kelimeleri
mümkün değil terk edemeyiz. Hele aruzu atıp Mehmed Emin Bey’in hecâî
vezinlerini hiçbir şair kabul etmez. Konuştuğumuz lisan, İstanbul
Türkçesi en tabiî bir lisandır. Klişe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz
ziynetler asla mükâlememize girmez. Yazı lisanıyla, konuşma lisanını
birleştirirsek edebiyatımızı ihya yahut icât etmiş olacağız.
Maharetimizi, sanatımızı, zekâmızı yalnız beş on kişilik bir edip kümesi
takdir etmeyecek, karşımızda anlayan, takdir eden alkışlayan ve
mükâfâtını veren bir ekseriyet bulunacak.
Nasıl?
Nasıl mı? Pek kolay… Biraz fedakârlıkla herkes yapabilir. Bakınız,
biraz zahmet demiyoruz. Zira tabiî bir hareket için zahmet ve ıztırâba
lüzum yoktur. Biraz fedakârlık… Son asrın nihayetlerine doğru garpta
kadınlar kendilerini pek şehhâr gösteren o dar korsalardan nasıl
vazgeçtiler, nasıl mevhûm ve itibârînî güzelliklerinden biraz feda
ederek evvelâ kendi sıhhatlerine dolayısıyla ilerde doğuracakları neslin
âkıbetini te’min ettilerse biz de öyle yapacağız. Türkçe kaidelerle
terkip yapılabilir. Arabî ve Farisî kaidelerle niçin yapıyoruz. Bu bir
ihtiyaç mıdır? Hayır, biz onları süs için yapıyoruz. Şüphesiz süs için…
İşte bundan vazgeçelim. Lafza tapmayalım. Eserlerimiz yaldızlı
mukavvadan bir heykel olmasın, fikre, hisse ehemmiyet verelim.
Yazılarımız sâde, beyaz, muhteşem, kavî, ebediyete namzet, mermerden
âbideler olsun! Bunu ihtiyarlar, bunu dünküler yapamazlar. Hiçbir ölü
mezarını kendisi kazamaz. Onlar tabiî yaşamak isterler. Hayatları
eksiklikle kaimdir. ‘’Yeni’’ olanların en büyük düşmanıdır.
Milliyete Doğru
Hareket zamanı artık gelmiş ve hattâ geçmiştir. Mâziye, düne,
zevke, itiyâda aldanarak maddî düşünmekten vazgeçmeliyiz. Düşünmeli,
gene düşünmeli, tekrar düşünmeli ve kat’î kararımızı vermeliyiz.
Lisanımızı böyle dağınık, meçhul, istidatsız bırakan nedir? Arabî ve
Farisî kelimeler mi? Asla… Bir ihityaç neticesi olarak girenler bizim
olmuş. İmlâlarını muhafaza etmekle beraber ‘’Türk’’ olmuşlardır. Sem’,
kafiye, Arabî ve Farisî cem’ler terkipler yapmak için sırf süsü, sırf
ziynet için girenler bu sebepler kalkınca tabiatıyla savuşurlar. Bize
vâsi bir lisan lâzım, lâkin muntazam ve mazbut olmak şartıyla! Dünyanın
en mükemmel, en basit, en sade ve tabiî bir sarfı olduğu bütün lisan
âlimlerince iddiâ ve beyân olunan Türkçe sarfımızı tanımalı, onun
üzerine ifsâd edici bir leke gibi düşen ecnebi kaideleri atmalıyız.
Arabî ve Farisî edatları asla kullanmamalıyız. Hele terkipleri mutlaka
mutlaka Türkçe kaidesiyle yapmalıyız. O vakit lüzumsuz olan bazı Arabî
ve Farisî kelimelerin kendi kendilerine savuştuklarını göreceksiniz.
Tasfiye Sarfi
Bu pek küçük olacak, fakat maddeleri az kanunlar nasıl kuvvetli
ve mükemmelen riayete elverişli ise bu da öyle sâde ve kat’î… Arabî ve
Farisî terkipler atılacak. Hangileri müstesnâ olacak? Evvelâ şunu
söyleyelim ki, ilmî, fennî ve edebî ıstılahlara şimdilik dokunamayız.
‘’Mûhitü’l- maarif’’ heyeti teşekkül etti. Bütün ıstılahlara kat’î bir
şekil verecek. Biz onları bir kelime gibi kabul edeceğiz. Terkip
nazarıyla bakmayacağız. Bakınız, sonra nasıl:
1. Arabî ve
Farisî kaideleriyle yapılan bütün terkiple terk olunacak. Tekrar
edelim: Fevkalâde, hıfzü’s-sıhha, darb-ı mesel, sevk-i tabiî gibi klişe
olmuş şeyler müstesnâ…
2. Türkçe cem’ edatından başka katiyen
ecnebi cem’ edatları kullanılmayacak: İhtimalât, mekâtib, memurîn,
hastagân yazacak yerde ihtimaller, mektepler, memurlar, hastalar
yazacaksınız. Tabiî kâinat, inşaât, ahlâk, müslüman gibi klişe haline
gelmişler müstesnâ…
3. Diğer Arabî ve Farisî edatları da
atacaksınız! Eya, ezmen, an, ender, bâ, berây, bî, na, ter, çi, çent,
zihî, âlâ, fi, kâin, gâh, gin, âsâ, veş, ver, nâk, yâr… gibi edatlar
terk olunacak; ancak tekellüme girmiş, tamamıyla Türkçeleşmiş olan ama,
şayet, şey, keşki, lâkin, nâşi, hemen, hem, henüz, bari, yani… gibileri
kullanılacak. Unutmayalım ki, terk olunmasını arzu ettiğimiz bu edatlar
kullanılsa bileterkip kaideleri gibi lisanın tekellümüne giren
‘’sanatkâr’’ gibi kelimeleri serbestçe söyler ve yazabiliriz.
İsimler ve Sıfatlar
Farisî kelimeleri Arapça mastarları Türkçemizdeki mânalarına göre
isim veyahut sıfat telâkki edeceğiz. Farisî ve Arabî nisbet mânâsını ve
edatını hâiz olan kelimelere umumiyetle sıfat diyeceğiz. Lisanımızda
yalnız Türkçe kaideleri hükmedecek, yalnız Türkçe, yalnız Türkçe
kaideleri… Türkçenin mekânizmasını bozan Arabî ve Farisî kaideleri
bilmeyeceğiz. Anlamayacağız. Bu adım kat’î olacak, yeni lisanla ilmî,
fennî ve edebî yazılar yazacağız, hikâyeler, telif şiirler tanzim
edeceğiz ve eskilerden kimse, hattâ Edebiyat-ı Cedide’nin hattâ Tanîn’in
şimdi susan o me’yus ve müteheyyiç münekkidi bile artık mütahakkimâne:
‘’bizim lisanımızı, dünkülerin lisanını telaffuz ediyorsunuz ve
senelerce telaffuz edeceksiniz’’ demeğe cesaret edemeyecek. Görecekler
ki, bu lisan başka bir şeydir. Saftır, tabiîdir, Fuzulî ve Nef’î
lisanının bir karikatürü, bir taklidi, bir harâbesi bir pastişi yani
dünkülerin, kendilerinin lisanı değildir. Şüphesiz ihtiyarlar
mevcudiyetlerini muhafaza etmek hissine mağlup olacaklar, ölümlerini
tahakkuk ettirecek, henüz altında kımıldadıkları taze kabirlerinin
üzerine bir nisyan âbidesi dikecek olan bu teşebbüse tenezzül
etmiyorlarmış gibi-hücum etmezlerse bile-düşman kalacaklardır.
İmlâ
Arabî ve Farisî kelimelerin imlâları şiddetle, dini bir
taassupla muhafaza olunacak. Türkçelere gelince, mühim iltibasları men
etmek için, şimdilik, ma’kul ve mutedil bir tarzda ‘’hurûf-imlâ’’
kullanılacak… İmlâ meselesini zaman halledecektir. Onun için burada
muhakemeye lüzum görmüyoruz. Teşekkül edecek ‘’Encümen-i Dâniş’’lerin
azâları tabiî ihtiyar olacak. Onlar da bu meseleyi halledemeyecekler.
Hükûmetin lisan ve edebiyatla münasebeti olan kısmı, yani resmî âlimler
daha yirmi beş sene evvel bizim ‘’ihtiyarlar ve ölmüşler…’’ dediğimiz
dünkülere ‘’Üdebâ-yı Cedide’’ ye bülüğa ermemiş çocuklar nazarıyla
bakacaktır. Onları, dört elle sarıldıkça sarıldıkları eskiliği, maziye
terk ederek biz gençler kendimiz çalışmalıyız! Siyasî ve içtimâî
inkılâplarda, ihtilâllerde iş başına, en öne nasıl gençler, nasıl küçük
rütbeli yahut hiç rütbesiz gençler geçiyorsa ilmî ve edebî ihtilâllerde
de yine öyleleri geçmelidir. Fenalığını hiç kimsenin inkâr edemediği
eski lisanı ancak gençler esasından değiştirecek ve bir yenilik husûle
getireceklerdir. Yoksa edebiyatı; sultânî mektepleri edebiyatı
muallimlikleri imtihanları için tertip olunan gülünç suallerden ibaret
zannedenler değil...
Çalışmalıyız. En muğlâk mevzûlarından
yeni lisanla tercümeler yapmalı, yazılar yazmalı, manzumeler vücuda
getirmeliyiz. Bu maddî delillerdir ki isyan ettiğimiz eski lisanı
devirecek, yerine tabiî ve millî lisanı yükseltecektir.
Gaye
Her şeyi hükûmetten beklemeyelim. Bu irsi hastalığı tedavi
edelim. Artık lisanımızın ıslah ve tasfiyesini de, hükûmete, Maarif
Nezaretine bırakır ve beklersek vay halimize!... Maarif Nazırı Efendi
Hazretleri dünyanın en namuslu en âlî, en temiz kalpli bir adamıdır.
Kendini bütün hizmetlerimizle selâmlar ve isimlerini işitince kırk beş
derecelik bir zaviye hâsıl ederek eğiliriz. Bu bizim vicdanî, içtimâî,
siyasî ve mukaddes bir vazifemizdir. Bununla beraber bu muhterem, bu
büyük, bu mütebahhir zatın cümlelerin tarzları ve teşekkülleriyle muzaf
ve muzafunileyhlerin, sıfat ve mevsufların evvel ve ahir gelmelerinden
dimağında hâsıl olan intibaın, fen nazarındaki mahiyetini tanımadığını
itiraf etmeğe mecburuz. Yaşının ve itminanının tesiriyle yeni felsefeye
fennin her hakikati çırılçıplak ortaya çıkaran yeni nazariyelerine, yeni
hareketlerine yabancıdır ve kendilerine benzeyen zâtlar Fransa
Encümen-i Dâniş’inde de az değildir. Çünkü bu yabancılık bir
iktidarsızlık sayılmaz. Kim bilir ne güzel belâgat meâni, mantık, fıkıh
ve sâire bilirler. Fakat psikoloji, fizyoloji gibi yeni ilimleri?...
Hiç! Yahut pek az… Bunları bilen, bunlarla muhakeme eden gençler,
gençler, gençlerdir. Ömürlerini mâziye hasretmeyip daima müstakbele,
fenne, ziya ve hakikate koşan yine gençlerdir. İhtiyarlarla, ihtiyar
gençler artık hiçbir vakit ekseriyeti teşkil edemeyecekler ve bu sebeple
muhterem Maarif Nâzırı Efendi Hazretlerinin riyasetinde toplananların
ilmî ve edebî (siyasi değil) fikirleri yalnız kendilerine, yani maziye
münhasır kalacaktır. Biz, bütün karanlıklardan uzak hür ve müstakil,
ilim ve edebiyat için çalışcağız. Gâyemiz milli bir lisan, milli bir
edebiyat vücuda getirmek olacaktır.
Ey Gençler
Ey gençler! Ey bugün eski devirden kalma
mekteplerin dar dersanelerindeki kuru sırlar üzerinde müstakbeli
kazanmak için çalışan gençler, sizi bekleyen vazifeler pek ağırdır. Siz,
bütün dünyaca siyasî ve içtimâî mevcudiyeti silinmek istenilen bir
milleti kurtaracaksınız. Evet, bütün dünyaca. Avrupalıların hilâl ve
salip nâmına yaptıkları haksızlıkları şüphesiz biliyorsunuz… Unutmayınız
ki etrafımızdaki Bulgar, Sırp, Karadağ, Yunan hükümetleri ihtizar
dakikalarımızı beklediklerini saklamıyorlar. Rumların, Bulgarların,
Sırpların Osmanlılık vatanındaki mektepleri meydanda… Oralarda şiddetli
bir Türk düşmanlığı tâlim olunuyor ve bunu bütün dünya biliyor,
gazeteler yazıyor. O halde korkmayınız, sizin bilmenizde bir beis
yoktur. Mehmed Ali’nin çocukları bir vakit Mısır’da ‘’Türkçe’’ nin
tekellümünü nasıl men edip Türklüğü oradan tardeyledilerse bugün
Suriye’de de lisanımıza karşı buna benzer bir istiğna görüyor, oralarda
‘’İstiklâl Fırkası’’ nâmıyla bir Arap cemiyeti olduğunu, hattâ cemiyetin
reisinin Avrupa gazetelerine muhbirlik ettiğini anlıyoruz. Arnavutların
bir kısmı tarihteki kardeşliğimizi unutarak millî bir lisan, millî bir
edebiyat ihdâsına çalışıyor ve fetvalara İslâmiyet kaidelerinin
esaslarına rağmen Hıristiyan harflerini, Latin harflerini kabul tâmîm
için cehd ve gayrette bulunuyorlar. Siyonizmin bile miskin irticâî
emelleri bizim zararımıza müteallik gibi duruyor. Harici düşmanlarımızın
kırmızı pençeleri, bu pençelerin zehirli tırnakları içimizde,
kalbimizin üzerinde kımıldıyor. Ey gençler, bunları siz duymuyor
musunuz? Yirminci asırdaki vasi ve müdhiş ‘’ehli salip teşkilâtı’’
silahsız ve medenî hücumlarını zavallı yetim hilâle, bizim üzerimize,
Osmanlı Türklüğüne tevcih ediyor. Beş yüz, altı yüz sene evvelki
mağlubiyetlerin intikam heyecanları bugün kabarıyor ve siz ey gençler,
hâlâ uyuyor musunuz?
Netice
Uyanınız,
galebe için düşmanlarımızı tanımak lâzımdır ve biliniz ki bu asırda
muhârebeyi ordular yaparsa da muzafferiyeti asla kazanamaz. Muzafferiyet
intizam ve terâkkinindir… İşkodra’dan Bağdat’a kadar bu kıtayı bu
Osmanlı memleketini işgal eden Turanî ailesi, Türkler ancak kuvvetli ve
ciddi bir terakki ile hâkimiyetlerinin mevcudiyetlerini muhafaza
edebilirler. Terakkî ise ilmin, fennin, edebiyatın hepimizin arasında
intişarına vâbestedir. Ve bunları neşr için evvelâ lazım olan millî ve
umumî bir lisandır. Millî ve tabiî bir lisan olmazsa ilim, fen, edebiyat
gene bugünkü gibi bir muamma hâlinde kalacaktır. Asrımız terakki asrı,
mücadele ve rekabet asrıdır. Biz bir köşeye çekilir Nedim’in parlak
fakat tabiata muhâlif terkiplerini terennümedersek mezarımızı kendi
elimizlekazmış oluruz. Ancak zevk ve şehvet, riya ve temellük
mevzularına lâyık olan o süslü lisanı, beş asırlık bir mantıksızlığın,
bir tuhaflığın doğurduğu dünkülerin lisanını terk edelim. Esaslarıyla
kaideleriyle yaşayacak olan Türkçemizi yazalım. Eski ve dünkü
edebiyatımızın mâhiyetini işte deminden hülâsa ettik. Acemistan ve
Fransa’dan çalınmış şeyler… Onlara katiyen ehemmiyet vermeyiniz ve
biliniz ki, edebiyatımız hakikatte bizim tarihimiz ve milliyetimiz için
bir şan değil, bir şeyndir.
Evet, ey gençler! Hepimiz yeni
lisanı ihyâ ve icada çalışınız, zekânızı maharetinizi, dünküleri körü
körüne taklîde değil, yeni lisanı vaz’ ve tesîse sarf ediniz.
Yazdığınızı herkes anlarsa, severse kitaplarınız çok satılacak, sengin
olacak, sa’yınızın mükâfatını göreceksiniz., dünküleri taklit etmekte
devam ederseniz, bir gün nihayet onlar gibi mey’us olarak yazı yazmağa
tövbe edecek ‘’otuz milyonun lisanı’’ diye telif ettiğiniz kitabın beş
yüz tane satılmadığını, kağıt parasını çıkarmadığını görecek müteessir
olacaksınız. Siz muhafazakârlık ettikçe, yani mâziye muhip ve sâdık
kaldıkça kaybolacak olan şahsi menfaatleriniz yanında âlî, muhterem,
büyük bir menfaat, milli menfaat da kaybolacaktır. Bunun için
mes’ulsünüz. Eskiler ve dünküler idraklerinde mahdut ve masumdurlar.
Sathî ve behimî düşünürlerdi, onların gâyesi ‘’hâl ve mâzi’’ idi, sizin
gâyeniz istikbâl, istikbâl, istikbâldir. Sizden sonra gelecek olan
nesil, idrâkinize rağmen muhafazakâr ve mâziye muhip kaldığınızı görürse
size ebedi lânetler edecektir…
(Ömer Seyfettin, Genç Kalemler, nu. 1, C.II, 11 Nisan 1911)