26 Şubat 2012 Pazar

EDEBİYAT TARİHİ




• Edebiyat tarihi: Yazarların önceki yapıtlara kendi getirdiklerini katmalarıyla yavaş yavaş gelişen trajediyi inceleyen Aristoteles, bu arada türlerin ve yapıtların tarihi olarak edebiyat tarihini de tanımlamıştır Birçok değişiklik geçirdikten sonra, trajedi artık değişmez olmuş, tam bir olgunluğa ulaşmıştı. Bu “tam olgunluk” sözü, XIX. yüzyılın sonuna dek süren edebiyat tarihi anlayışının temel kavramlarından biridir: zamanı evrim terimleriyle nitelemek, varılan aşamayı, bu evrimin, daha başlangıcında saptanmış en son ve en olgun noktası olarak görmek. Bu durumda, edebiyat tarihi, geçmişi canlandırmanın ve nedenselliği ortaya çıkarmanın güçlükleri yanında yapıtların sürekliliğini ve biçimsel, kurumsal ortaklıklarını da hesaba katmak zorundaydı. Nitekim. Ouintilianus, yazdığı roma belagati tarihini, bu tarihin son ve en yetkin aşaması saydığı Cicero ile noktalamıştı. Rönesans’ta. klasik ve yeni klasik dönemlerde hep bir türün ya da anlatım biçiminin kendi özüne bağlı gelişmesi ele alınmıştı Ancak bütünselleştirici bir tarih bilincinin uyanmasıyladır ki edebiyat tarihi de bütünleyici bir anlayışa varabildi. 1763′te John Brown, şiir tarihini evrimci bir şemaya göre inceledi: başlangıçta türkü, dans ve şiirin beraberliği, sonra ayrılma ve her sanatın kendi alanında uzmanlaşması, daha sonra da ilk ve saf estetik beraberlikten uzaklaşmanın ve balı olarak bozulma ve çöküş. XVIII. yy.’ın sonunda Herder ve Frıedrıch Schlegel edebiyat tarihinin sürekliliği ilkesini ortaya attılar doğada sıçrama yoktur.
Birincisi, ilk türkülerin görkeminden bu yana şiirin gerilediğine inanıyordu, ikincisi, bu sürgün ve çiçeklenme benzetmesini daha bir kesinlikle ıslıyor, takat bunu yalnız Yunan şiiri ve edebiyatı için geçerli sayarak, çağının şiirini gelişmesi tamamlanmamış bir aşama olarak görüyordu. Grimm kardeşler ise, benzer ilkelerden yola çıkarak, sözlüden yazılıya geçiş sorunu üstünde durdular ve bu geçişe bir düşüş, bir gerileme gözüyle baktılar. Hegel’in estetiği de bir simge sistemine dayanması ve sanatın son yetkinliğe ancak felsefede ulaşacağını ilen sürmesi bakımından türler tarihine doğrudan bağlanır. Spencer ve Darwinin edebiyat tarihine katkısı, yapıtların kalıcılığı ve geçiciliği sorununa açıklık getirilmesini sağladı. John Addıngton Symonds, Elizabeth dönemi drar’ incelediği araştırmasında, yazara yoklan varetme anlamında bir yaratıcılık tanımayarak, gelişmeyi, çekirdek halindeki öğelerin yavaş yavaş olgunlaşmasına bağlıyordu Taine’in özelliği dar bir gerekirciliği savunması, ama Hegel’in temel savlarıyla bağlantısını da kesmemesidir. Bunun içindir ki Spencer ve Comte’u açıkça eleştirmiş ve edebiyat tarihini, iç nedenlerin, kendiliğinden gelişmenin araştırılmasını gerektiren bir donemler dizisi ve bunların zamanda sıralanması olarak tanımlamıştır. Çünkü edebiyat, örgütlenmiş bir bütün olarak düşünülen büyük tarihin tur parçasıdır. Buradan da, çeşitli edebiyatkümelerini birbirinden ayırt etmeye yarayan dönem kavramına varırız: Tanzimat romanı, Cumhuriyet dönemi romanı.
Fransız edebiyat tarihçisi Brunetiere de edebiyat türlerini Darwin ve Spencer’in türleri gibi ele alır: Racine’in Phedre’ı Rönesans döneminde doğan ve Lemercier’ den sonra da bütün önemini yitiren fransız trajedisinin en yetkin örneği ve gerileme sürecinin başlangıcıdır. Bir edebiyat türünün sürekliliğini ya da geçiciliğini bir özete sığdırmak ve bu türle zooloji biçimlerinin evrimi arasında herhangi bir kesin bağlantı kurmak olanaksızdır. Ama yine de bu tarihçilerin yöntemlerinden alacağımız bir ders vardır: Edebiyat tarihi, eşzamanlı tarihsel verilerden, yapıtlar dizisi de biçimlerin evriminden ayrı düşünülemez ve edebiyat tarihçisine düşen, bütün yapıtları hesaba katmak ve bir dönem ya pıtları arasındaki aşama düzeninin bir tarihsel olgu ve tarihin belirleyici bir öğesi okluğunu unutmamaktır. L.Goldmann’m ilgi alanı ise bir dönemin ve bir sınıfın bi cimsel oluşumu ve imgeler sistemiydi. Prag okulu, tarihsel bir görüş açısından kaynaklanan değer ayırtımı dışında yapıtların eşzamanlı incelemesine olanak olmadığını ileri sürüyordu.
Edebiyat tarihinin hem tekili hem de geneli kapsayan bir bilim olabilmesi, ancak edebiyat sorununun yazar sorunuyla birlikte ele alınmasına bağlıdır. Bu da yazarın yaşamı ve yapıtıyla birlikte gerçek bir birey olarak görülmesini gerektirir Bu tekilliği tarihsel bir sistemlemenin boyutla rina yükseltmek Gustave Lanson’a düştü. Hareket noktası basit bir tıkırdı: edebiyat araştırmalarını ilerletmenin tek yolu onu, edebiyat “nesne “sine en yakın bilim dalına, yani tarihe bağlamaktı Tarih demek, olguların, metinlerin, olayların saptanma sı; bu olguların edebiyat alanına, içten (etkiler, kaynaklar, yazarlar arasındaki ilişkiler), dıştan (dönem, ulus) ve edebiyat sosyolojisi açısından (kurumlar, dağıtım, okuma) bağlanması demektir Ne var ki, bu edebiyat tarihi, hem tarih tarihçileri, hem de yazarlar taralından reddedilmiş, bizi gerçek bir kültür tarihine götüremediği ve estetik veriyi hiç hesaba katmadığı için suçlanmıştır. Onun bunun sözüyle hare ket eden. tanıkların dediklerine dayanan, edebiyatı dışından kavramaya kalkışan böyle bir edebiyat tarihi, fıkralara ve dedikodulara boğduğu sanat yapısının iç devinimini ve kendinden kaynaklanan gücünü göremez, görmek de istemez.
Edebiyat tarihinin karşılaştığı bu sorunlara, Bahtin’den Goldmann’a kadar dilbilimciler, biçimciler, psikanalizciler, toplumbilimciler, bunların yanı sıra freudculer mancalar, Frankfurt okulundan esinlenen birçok araştırmacı (özellikle de son louıı Lotman, Hans Robert Jauss ve Konstanz okulu) kendi açılarından çözüm getirmeye çalışmaktadırlar.
• Edebiyat sosyolojisi: Edebiyat sosyolojisi, sosyal, iktisadı, siyasal ve dinsel koşulların yapıtların içeriği, biçimi ve türü üzerinde ve bu üretimin sosyal ortam üzerindeki etkilerini inceler. Bununla birlikte, edebiyatın öteki sanat ürünlerinde görülmeyen bir ayrıcalığı vardır. Yazar, sosyal yabamın bağıntılarını ve mekanizmalarını, ayrıca da çeşitli insan tiplerinin düşünce ve davranışlarını günlük dile aktaran kimsedir. Dolayısıyla, edebiyat sosyolojisi, edebiyatın sosyal gerçekliği yansıttığı görüşündedir.
 Türk edebiyatında “edebiyat” terimi: Tanzimat’tan sonra kullanılmaya başlandı Daha önceleri bu anlamda, “şiir ve inşâ (nesir)” sözleri vardı Arapçada. “ilm ül-edeb” (edep bilimi) adı altında. Söz ve yazıda yanlış yapmamayı öğreten bilini” anlamında kullanılan “edeb”. Tanzimat döneminde, ilkin Şinasi’nin bir yazısında “lenn-i edeb” diye anılarak “iyi ahlak öğrettiği için edebî denildiği o yolda yazanlara da ‘edib’ adı verildiği” hatırlatıldı. Fakat, “edeb” kelimesinden türetilen “edebiyat” terimini en başta kimin kullandığını bilmiyoruz. En eski örnek, Namık Kemal’in. “Lisanı Osmani’nin edebiyatı hakkında bazı mülâhazatı şamildir” (Tasvır-ı efkâr, 1283/1866, sayı 416-417) başlıklı uzun makalesindedir Namık Kemal, daha sonra yayımladığı Bahar-ı danış önsözü (1873), Tahrıb-ı Hârâbat (1885) ve irfan Paşa’ya mektup’ ta (1887) ve “edebiyat” terimini kullanarak edebiyatın gerçeğe, akıl ve mantığa uygun olması, düşünceleri eğitmeye (terbiye-i efkâr) ve ahlakı düzeltmeye (tehzib-i ahlak) yönelik bulunması gerektiğini öne sürdü.
Edebiyat” terimi, Recaizade Mahmut Ekrem’in “Talim-i Edebiyat” adlı kitabından sonra iyice yaygınlaştı;. makale ve kitap adlarında da kullanıldı Şemsettin Sami, Lisan ve edebiyatımız; Ebülziya Tevfik, Nümune-i edebiyat-i osmaniye; Muallim Naci İstılahat-ı Edebiyye vb.