• Edebiyat
tarihi: Yazarların
önceki yapıtlara kendi getirdiklerini katmalarıyla yavaş yavaş gelişen
trajediyi inceleyen Aristoteles, bu arada türlerin ve yapıtların tarihi olarak
edebiyat tarihini de tanımlamıştır Birçok değişiklik geçirdikten sonra, trajedi
artık değişmez olmuş, tam bir olgunluğa ulaşmıştı. Bu “tam olgunluk” sözü, XIX.
yüzyılın sonuna dek süren edebiyat tarihi anlayışının temel kavramlarından
biridir: zamanı evrim terimleriyle nitelemek, varılan aşamayı, bu evrimin, daha
başlangıcında saptanmış en son ve en olgun noktası olarak görmek. Bu durumda,
edebiyat tarihi, geçmişi canlandırmanın ve nedenselliği ortaya çıkarmanın
güçlükleri yanında yapıtların sürekliliğini ve biçimsel, kurumsal
ortaklıklarını da hesaba katmak zorundaydı. Nitekim. Ouintilianus, yazdığı roma
belagati tarihini, bu tarihin son ve en yetkin aşaması saydığı Cicero ile
noktalamıştı. Rönesans’ta. klasik ve yeni klasik dönemlerde hep bir türün ya da
anlatım biçiminin kendi özüne bağlı gelişmesi ele alınmıştı Ancak
bütünselleştirici bir tarih bilincinin uyanmasıyladır ki edebiyat tarihi de
bütünleyici bir anlayışa varabildi. 1763′te John Brown, şiir tarihini evrimci
bir şemaya göre inceledi: başlangıçta türkü, dans ve şiirin beraberliği, sonra ayrılma ve her sanatın kendi
alanında uzmanlaşması, daha sonra da ilk ve saf estetik beraberlikten
uzaklaşmanın ve balı olarak bozulma ve çöküş. XVIII. yy.’ın sonunda Herder ve
Frıedrıch Schlegel edebiyat tarihinin sürekliliği ilkesini ortaya attılar
doğada sıçrama yoktur.
Birincisi, ilk
türkülerin görkeminden bu yana şiirin gerilediğine inanıyordu, ikincisi, bu
sürgün ve çiçeklenme benzetmesini daha bir kesinlikle ıslıyor, takat bunu
yalnız Yunan şiiri ve edebiyatı için geçerli sayarak, çağının şiirini gelişmesi
tamamlanmamış bir aşama olarak görüyordu. Grimm kardeşler ise, benzer
ilkelerden yola çıkarak, sözlüden yazılıya geçiş sorunu üstünde durdular ve bu
geçişe bir düşüş, bir gerileme gözüyle baktılar. Hegel’in estetiği de bir simge
sistemine dayanması ve sanatın son yetkinliğe ancak felsefede ulaşacağını ilen
sürmesi bakımından türler tarihine doğrudan bağlanır. Spencer ve Darwinin
edebiyat tarihine katkısı, yapıtların kalıcılığı ve geçiciliği sorununa açıklık
getirilmesini sağladı. John Addıngton Symonds, Elizabeth dönemi drar’
incelediği araştırmasında, yazara yoklan varetme anlamında bir yaratıcılık
tanımayarak, gelişmeyi, çekirdek halindeki öğelerin yavaş yavaş olgunlaşmasına
bağlıyordu Taine’in özelliği dar bir gerekirciliği savunması, ama Hegel’in
temel savlarıyla bağlantısını da kesmemesidir. Bunun içindir ki Spencer ve
Comte’u açıkça eleştirmiş ve edebiyat tarihini, iç nedenlerin, kendiliğinden
gelişmenin araştırılmasını gerektiren bir donemler dizisi ve bunların zamanda
sıralanması olarak tanımlamıştır. Çünkü edebiyat, örgütlenmiş bir bütün olarak
düşünülen büyük tarihin tur parçasıdır. Buradan da, çeşitli edebiyatkümelerini birbirinden ayırt etmeye yarayan dönem
kavramına varırız: Tanzimat romanı, Cumhuriyet dönemi romanı.
Fransız
edebiyat tarihçisi Brunetiere de edebiyat türlerini Darwin ve Spencer’in
türleri gibi ele alır: Racine’in Phedre’ı Rönesans döneminde doğan ve
Lemercier’ den sonra da bütün önemini yitiren fransız trajedisinin en yetkin
örneği ve gerileme sürecinin başlangıcıdır. Bir edebiyat türünün sürekliliğini
ya da geçiciliğini bir özete sığdırmak ve bu türle zooloji biçimlerinin evrimi
arasında herhangi bir kesin bağlantı kurmak olanaksızdır. Ama yine de bu tarihçilerin
yöntemlerinden alacağımız bir ders vardır: Edebiyat tarihi, eşzamanlı tarihsel
verilerden, yapıtlar dizisi de biçimlerin evriminden ayrı düşünülemez ve
edebiyat tarihçisine düşen, bütün yapıtları hesaba katmak ve bir dönem ya
pıtları arasındaki aşama düzeninin bir tarihsel olgu ve tarihin belirleyici bir
öğesi okluğunu unutmamaktır. L.Goldmann’m ilgi alanı ise bir dönemin ve bir
sınıfın bi cimsel oluşumu ve imgeler sistemiydi. Prag okulu, tarihsel bir görüş
açısından kaynaklanan değer ayırtımı dışında yapıtların eşzamanlı incelemesine
olanak olmadığını ileri sürüyordu.
Edebiyat tarihinin hem tekili hem de geneli
kapsayan bir bilim olabilmesi, ancak edebiyat sorununun yazar sorunuyla
birlikte ele alınmasına bağlıdır. Bu da yazarın yaşamı ve yapıtıyla birlikte
gerçek bir birey olarak görülmesini gerektirir Bu tekilliği tarihsel bir
sistemlemenin boyutla rina yükseltmek Gustave Lanson’a düştü. Hareket noktası
basit bir tıkırdı: edebiyat araştırmalarını ilerletmenin tek yolu onu, edebiyat
“nesne “sine en yakın bilim dalına, yani
tarihe bağlamaktı Tarih demek,
olguların, metinlerin, olayların saptanma sı; bu olguların edebiyat alanına,
içten (etkiler, kaynaklar, yazarlar arasındaki ilişkiler), dıştan (dönem, ulus)
ve edebiyat sosyolojisi açısından (kurumlar, dağıtım, okuma) bağlanması
demektir Ne var ki, bu edebiyat tarihi, hem tarih tarihçileri, hem de yazarlar
taralından reddedilmiş, bizi gerçek bir kültür tarihine götüremediği ve estetik
veriyi hiç hesaba katmadığı için suçlanmıştır. Onun bunun sözüyle hare ket
eden. tanıkların dediklerine dayanan, edebiyatı dışından kavramaya kalkışan
böyle bir edebiyat tarihi, fıkralara ve dedikodulara boğduğu sanat yapısının iç
devinimini ve kendinden kaynaklanan gücünü göremez, görmek de istemez.
Edebiyat
tarihinin karşılaştığı bu sorunlara, Bahtin’den Goldmann’a kadar dilbilimciler,
biçimciler, psikanalizciler, toplumbilimciler, bunların yanı sıra freudculer
mancalar, Frankfurt okulundan esinlenen birçok araştırmacı (özellikle de son
louıı Lotman, Hans Robert Jauss ve Konstanz okulu) kendi açılarından çözüm
getirmeye çalışmaktadırlar.
• Edebiyat
sosyolojisi: Edebiyat sosyolojisi,
sosyal, iktisadı, siyasal ve dinsel koşulların yapıtların içeriği, biçimi ve
türü üzerinde ve bu üretimin sosyal ortam üzerindeki etkilerini inceler.
Bununla birlikte, edebiyatın öteki sanat ürünlerinde görülmeyen bir ayrıcalığı
vardır. Yazar, sosyal yabamın bağıntılarını ve mekanizmalarını, ayrıca da
çeşitli insan tiplerinin düşünce ve davranışlarını günlük dile aktaran
kimsedir. Dolayısıyla, edebiyat sosyolojisi, edebiyatın sosyal gerçekliği
yansıttığı görüşündedir.
• Türk edebiyatında “edebiyat”
terimi: Tanzimat’tan
sonra kullanılmaya başlandı Daha önceleri bu anlamda, “şiir ve inşâ (nesir)” sözleri
vardı Arapçada. “ilm ül-edeb”
(edep bilimi) adı altında. Söz ve yazıda yanlış yapmamayı öğreten bilini”
anlamında kullanılan “edeb”. Tanzimat döneminde, ilkin Şinasi’nin bir yazısında
“lenn-i edeb” diye
anılarak “iyi ahlak öğrettiği için edebî denildiği o yolda yazanlara da ‘edib’
adı verildiği” hatırlatıldı. Fakat, “edeb” kelimesinden türetilen “edebiyat”
terimini en başta kimin kullandığını bilmiyoruz. En eski örnek, Namık Kemal’in. “Lisanı Osmani’nin edebiyatı
hakkında bazı mülâhazatı şamildir” (Tasvır-ı efkâr, 1283/1866, sayı 416-417)
başlıklı uzun makalesindedir Namık Kemal, daha sonra yayımladığı Bahar-ı danış
önsözü (1873), Tahrıb-ı Hârâbat (1885) ve irfan Paşa’ya mektup’ ta (1887) ve
“edebiyat” terimini kullanarak edebiyatın gerçeğe, akıl ve mantığa uygun
olması, düşünceleri eğitmeye (terbiye-i efkâr) ve ahlakı düzeltmeye (tehzib-i
ahlak) yönelik bulunması gerektiğini öne sürdü.
“Edebiyat” terimi, Recaizade
Mahmut Ekrem’in “Talim-i Edebiyat” adlı kitabından sonra iyice yaygınlaştı;. makale
ve kitap adlarında da kullanıldı Şemsettin Sami, Lisan ve edebiyatımız;
Ebülziya Tevfik, Nümune-i edebiyat-i osmaniye; Muallim Naci İstılahat-ı
Edebiyye vb.